Yeter artık! Usandım… ve yoruldum, bu patikayı yürümekten. Saymayı da bıraktım uzun zaman önce, bilmem kaç asır geçti adımlamaya başlamamın üzerinden… ama bitmedi hâlâ. Günışığına kavuşmak umuduydu irademi bu yola iten, günışığına kavuşmak umudu! Oysa ilerledikçe dallar sıklaştı, kapkaranlık bir ormandayım şimdi. Önümü göremiyorum, yönümü seçemiyorum, bataklığa saplanmışçasına hareketsizim. Patika da kayıp gitti ayaklarımın altından, onca mesafeyi bir kör kavgasında yitmek için mi katettim? Sesler yükseliyor uzaklardan, gittikçe yaklaşıyor, duyuyorum. Bir yırtıcının iniltisi kulaklarımda, acı çekiyor açlıktan, saldırırsa ne yaparım?
Varoluşumuzun bilinmezliğini cevaplamaya yönelik yatkınlığımızı tabiatımızdan söküp atmak mümkün olsaydı, kuşkusuz pek çoğumuz onu kendimizden eksiltmeye tereddüt etmezdik. Hangi cevap bizi memnun edecektir? Ruhlarımız hangi cevapla huzura kavuşacaktır? Hayattaki bunca acıyı, geçmiştekileri ve hâlâ yaşananları hangi cevap silebilir zihinlerimizden? Öyleyse ne önemi var? Tanrıyla ya da tesadüfle… ne fark eder? Bu gezegende kanamamış, yara almamış münferit ruha rastlayamazsınız. Bu gerçeğin yanında varlık nedenimizi bilmek neye yarar? Ne olursa olsun korkunçtur, tanrı da tesadüf de…
Hepimiz anlamsız bir tiyatronun kıymetsiz oyuncularıyız, yalnızca rollerimiz gerçek ve doğaçlama, hepsi bu… ölünce ölüyoruz. Duygularımızın sahteliğini iddia etmeye cüret gösterebilir mi bir densiz? İliklerimize dek duyguyuz! İnsan olmanın ürkütücü tarafı bu ya! Ancak unutulmamalı, insan olmanın en iyi tarafı da burada saklı, hissetmek! Bir denizi seyrederken, kızıl tonlarının şöleniyle günbatımı manzarasını temaşa ederken dansa kalkan ruhlarımızı bir lisanın betimlemesi mümkün müdür? Öte yandan insan, yüreğine yuva kurmuş ıstırabın hasarını lisanla aktarabilir mi? Hayır, bütün lisanlar birleşseler gene de zenginlikleri yetmez. Hiçbir edebiyatçı ıstırabı yazamamıştır, sadece yansımasını yazabilmiştir. Bütünüyle içsel duyguları dışavurmaya, aktarmaya, yazmaya kalktığımızda ancak var olanın, hissedilenin taklidini yapabiliyoruz ki bunun farkı doğayla doğa tablosu arasındaki fark kadar çarpıcıdır: Biri yaratıcıdır, ötekisi yaratılmıştır.
Alabildiğine geniş bir coğrafyanın ortasında insan tek başına, şaşkın, çırılçıplak. Buraya ait değil o, her halinden anlaşılıyor. Nereden geldin, nereye gidiyorsun diye sorulsa yanıt veremez, bön bakışlarıyla kafasını sallar ve dudaklarını büker… bu yaman yerde ne arıyor? Üstelik böyle savunmasızken, üstelik bilumum varlık kendisine düşman kesilmişken, üstelik hiçbir şeyin sebebini bilmiyorken…
‘‘Ben ne yaptım?’’
Sen var oldun aziz insan, Anaksimandros’un deyimiyle suçların en büyüğü! Hadi çek bakalım cezanı! Burası senin Kaf Dağın, gök karaciğerini mideye indirmek için çıldıran sayısız kartalla dolu… sızlanma boşuna, çek bakalım makûs cezanı… tanrıya yakarma! Senin tanrın ya deli ya da acımasızdır, şüphesiz sanılanın aksine böyledir… o tanrı ki seni dikenlerden, sivri kayalıklardan geçilmeyen bu kavruk toprak da yürümeye, uzak mesafeler aşmaya mecbur bırakmışken ayaklarına bir çarık bile giydirmemiştir, o tanrı ki ne dua edilmeye ne yakarılmaya layıktır, o tanrı ki bir şımarık çocuktur, alınma ama sen de oyuncağısın… kaçıncı parçalanışın? Sınırı yok! Şimdiye değin neyden bıktıysan, başından, bir daha ve bir daha yaşayacaksın… neyle oyalanacaksın gazaplar dünyasında? Söv tanrıya! Söv belki öfkeyle taşan yüreğin soğur, durma söv!
Bir ummanın ortasında kalakaldım, münferit, yalnız ve yalnız. Tepemde bir azap güneşi, derimi yakan, oradan içime işleyen, ruhumu kasıp kavuran, lime lime eden. Uzaklar öyle uzak ki… ufuk bomboş, demek kara ulaşamayacağım bir yerde, demek kurtuluş yok bu ruh mezbâsından. Gökyüzünden bir el uzanıp da çekemez mi beni bulutların arasına? Nasıl düştüm bu acılar deryasına? Nereden sürüklendim? Bir boğulsaydım, bir boğulsaydım çabucak… silinseydi yazgım. Ancak duramıyorum, suyun üzerinde kalmak ve dibe batmamak adına debelenmekten kendimi alıkoyamıyorum… doğam bu, insan doğası… yaşamdan başka neyim var?
Çocukluğumda dünyam ufacıktı. Irmaklı bir taşra kentinde kayısı ağaçlarıyla, sokak kedileriyle büyüdüm, gökyüzünü seyrederek. Mutluydum, niçin olmayacaktım? Daha düşünmeye, bu gezegenin sandığım ‘‘kadar’’ olmadığını öğrenmeye başlamamıştım. Haddizatında bu gezegenle ilgili hiçbir şey sanmıyordum ki! Ancak ölümle erken tanıştım. Başta herkes gibi ben de ona haksızlık ettim, korktum, onun kötü olduğuna inandım. Ölümün kurtarıcılık rolünü pek sonradan, mutsuzlukla aramda bir zeytin dalı yeşerdiğinde anlayabildim: İnsanı kollayan münferit oydu. Safi bireysel yaşamımla alakadar bulunsaydım, mutsuzluğun şahsi problemim olduğu yanılgısına düşebilirdim, böylece, hiç değilse umutsuz kalmazdım. Keza gözlerimi insanlara çevirdiğimde gördüğüm umumi mutsuzluk, hayata yönelttiğimdeyse manasızlık yüreğimde umuda dair ne varsa söktü kopardı. Doğrusu, tanrıya tapmanın rahatlatıcılığı bile artık kimseyi mutlu kılmaya yetmemektedir, bu hikâye eskidi. Çağımızın revaçta olanı inançsızlıktır. Yalnızca uhrevi inançsızlıktan bahsetmiyorum, görebildiğim kadarıyla insanlık katındaki beşerî değerlere de bağlılık azalmıştır. Galiba teknoloji ve küreselleşmek insana zarar veriyor. Onca fazlalığın, yeniliğin karşısında acizlik duygusuna kapılması şaşılacak şey mi? Taşradaki ufacık alanımdan ayrılalı seneler geçti, artık bir atlantik ülkesinin başkentindeyim. Gürültülü metropol yaşantısı, kocaman gökdelenler, birbirlerine yabancı sayısız insan, bunun yanında yabancılık hissetmekten usanmış, sessizliğe aç, kendini dinlemek isteyen ruhum. Bana öyle geliyor ki halet-i ruhiyem ötekilerin halet-i ruhiyeleriyle denktir. Mütemadiyen genişleyen dünya zavallı, kırılgan ruhlarımızı mahvediyor. Çokluğun dengesizliğinden sıyrılmalı, tekliğin sakinliğine… orada inzivaya çekilmeli… Doğadan kopmak hatasını yeterince sürdürmedik mi? Niçin bu denli ısrarcıyız yanılgılarımızda?
Yaşam denizinde çırpınan biz insanlar, daima üzerinde soluklanabileceğimiz kaya parçalarına gereksinim duyarız. Birinde durur dinleniriz, sonra sular kabarır, yüze yüze ötekisini, bu kez daha yükseğini aramaya koyuluruz. Bu meşakkatli bir arayıştır, ancak zaruridir, çünkü kudretsiz, zayıf varlıklarız ve içinde çırpındığımız deniz öylesine aksi, öylesine hırçın ki! Sanki boğulmamızı kafaya koymuştur! Niçin vardır bu deniz? Öte yandan hangi gerekçeyle sonunda olacak olanı ertelemeye çalışmaktayız? Madem sular hep kabaracaktır, gene madem boğulmak kaçınılmazdır, o halde mutlak akıbetimizi geciktirmeye yönelik çabalarımız büsbütün manasızdır. Yorgunluklarımızın manasız olabileceğini bir tasavvur edin… ne kadar da yıkıcı! Dibe batmamaya uğraşırken yuttuğumuz sıvıların genizlerimizi yakmasının tek ehemmiyetinin sırf olmuş olmasıyla sınırlı bulunabileceği olasılığı ne kadar da yıkıcı! Bunu kabullenmek mümkün müdür? Acıların manasızlığını! Şüphesiz manasızlığı kabullenmek de manasız olacaktır, ama elden ne gelir başka? Reddetmek yahut kabul etmek, yapıp yapabildiğimiz budur, manasız olsa bile… haricinde hiçbir yetkimiz yoktur. Tefekkür maruz bırakıldıklarımızın, hayatın, varlığın, doğumun, duyguların ve aklın menfi taraflarını meydana çıkarmaktadır. Derken, dönüp baktığımızda görünen yalnızca huzur kaçırıcı bir sığlıktır. İnsan nasıl korkmasın, ağlamasın kendine? Asla üzerinde ömrü boyunca nefeslenebileceği güvenli bir kaya bulamayacaktır. Kaldı ki, onu bulamaması bir yana, buna ihtiyaç duyması dahi çaresizliğini yeterince gözler önüne sermektedir. Şiddetle çarpan her dalgayla farklı yönlere sürüklenmek yazgısından kurtulamayacak mıyız? Ne vakit dinecek bu müstekreh dalgalar? Ağırlaştık… ıslanmayan yerimiz kalmadı… bize güneş gerek… oysa geceyle lanetlendik… lanetliyiz, çünkü doğduk
Son
Bir yanıt yazın